8 Ağustos 2011 Pazartesi

Susmak rest çekmenin asil halidir!


Her harf bir insanı yansıtır aslında. başına geldiği kelimeleri kendine benzetir çoğu zaman ya da kendisi kelimeye benzer. Her harf her kelimede bir etki yaratamaz. İşte bu yüzden bazıları ünlüdür, bazıları ünsüz… ünlü insanların etkisi açıkça ortadadır. Kendilerine benzetebilirler çoğu insanı. Özenti yaratırlar toplum içinde. Özendirirler kendilerine. Ünlü insanlar sesli harflere benzerler. Bir araya geldiklerinde aeuüoöıi gibi anıran bir eşeğin akortsuz çıkan sesi gibidirler… Ve ünsüz harfler! sessiz insanlar… Tek başlarına çift camlı pencerelerden seslenen mahkum gibidirler… sesleri çıkmaz. İki seçenekleri vardır. Ya susup hiçliği kabullenecekler ya da sesli harflere yoldaşlık edecekler.

Düşünüyorum! Sessizlik, yani susmak hiçlik midir? Ünlü harfler olmadan sessiz harfler bir işe yaramıyor. Konuşan insanlar olmasa insanlara verilen dil ziyan… Ama hayır! Bir eksiklik var. Susmak hiçlik olamaz. Sessizlik dilsizliğin alameti olamaz! Fakat nedense sustuğunda suçlu oluyor insan. Onca dili, sarhoş düşüncelerle ziyan edenler meydanlarda boy gösterirken suskunluğun huzurunu yaşamak büyük suç! Sessizlik bir ahenktir. Kalbinin atışıyla aklının uzlaştığı tek yoldur. Aklın ayak sesleri kalp atışının gürültüsünü bir tek sustuğun zaman bastıramaz. Çünkü dil akla itaatkardır. Kalp ise yalnızdır. Kalbin söylediğini söyleyemez dil. Ağır gelir. Kalp yüksek frekanslı dalgalarla yönetilir. Dil aklın verdiği basitliği sahiplenir… yani susmak kalbin görevidir! Akıl sadece mantıklı bir gerekçedir. Kalp mantıkla ilgilenmez. Kalp pek konuşmayı de sevmez. Çünkü bilir. Dil sevgiyi ifade etmeye yetmez!
Şimdi susuyorum! Sessizliğimi cebime koydum, hafiften bir nefesle ağır ağır yürüyorum. Arkama dönüp bakmıyorum. Çünkü eğer geride kalanları görmek isteseydim zaten kuru güneşin yaktığı yabani yollara düşmezdim! Sessizliğimden şikayetçiydi herkes ve sustuğum için tüm suçlar benimdi. Kabullenmiş gibi mi görünüyordum acaba… Aslında yanılıyor herkes. Susmak ne kabullenmektir nede çaresizliktir. Susmak aslında cevaptır. Susmak güçtür. Çünkü herkes beceremez dilini tutmayı. Susmak asalettir. Susmak asildir. Hani pişkin cümlelerin kendini savunan hayvani tavırları vardır ya ve insanlar sürekli çirkefleşme çabasındadır ya. İşte sessizlikte bunlara rest çekmenin çizgisel biçimidir. Yani Susmak rest çekmenin asil halidir!
Ve ben tüm sevgi cümlelerine rest çekiyorum. Artık biliyorum. Sevgiler anlatılmıyor şiirlerle… yıprandı tüm şairler aşkın zindanlarında. Yürekleri heba oldu karanlık satırlarda. Susuyorum. Ve bir kez daha asilce rest çekiyorum hayatın özenti cümlelerine…

Uyanık Kalp!


Tuhaf bir tebessüm var yüzümde. Anlayamadım. Her gördüğüm insan acayip acayip bakıyor bana. Oysa gülümsüyorum ben ne var ki bunda? Üstelik tebessümüm rahatsız edicide değil. Kendimce, basit ve yerinde… Anormal bir durum varmış gibi, birazda acır gibi bakıyorlar bana. Sinirlerim geriliyor o an. ‘Ne ye bakıyorsun lan’ diyesim geliyor. Fakat tutuyorum kendimi. Sıkıyorum dişlerimi kıracak gibi. Ya sabır deyip ve eğip başımı devam ediyorum yürümeye. Biraz yürüdükten sonra ayaklarım ağırlaştı. Adımlarım yavaşladı. Daha isteksiz yürüyorum şimdi. Yorgun gibi. Hasta gibi. Ölü gibi. Ölür gibi…
Ara ara hayaller kuruyorum ve ayağımın altındaki karıncayı ezmekten vazgeçiyorum. Kırılıverir kolu bacağı. Daha nasıl kalksın ayağa. Nasıl taşısın sırtındaki buğdayı! Çekiyorum ayağımı geçip gidiyorum kıyıdan köşeden. Hem zaten günah defterimde doldu. Melekler ellerine ayaklarına yazar oldu. Derste tahtayı sekiz defa dolduran hocaya küfrettiğim gibi küfrediyor melekler bana. Yeter diyorlar. Yeter Allah aşkına! Yazacak ne kalem kaldı nede sayfa…


Çok haklılar. İnanamıyorum kendime bu kaçıncı vaka! Daha kaç kez gömeceğim hayallerimi toprağa. Kaç kez hatırlamaya çalışacağım umutlarımı hangi uçurumdan attığımı. Kaç kez öleceğim daha. Kaç kez… ! Ve daha kaç kez küfredeceğim ölümlere, ayrılıklara, yalnız kalışlara… ! Sert bir rüzgâr vurmaya başladı yüzüme. Yavaşlayan adımlarım durma noktasında. Milim milim ilerliyorum. Sanki gökyüzü beddualı nefesiyle isyan ediyor bana. Bu aralar umursuz olduğumdan habersiz galiba…
Nefesim kesiliyor arada. Toz toprak doluyor ağzıma burnuma. Birde küfreder gibi bakışları yok mu şu ahmakların… Hangi biriyle harbe girsem acaba? Sonuç hep mağlubiyet nasıl olsa… !
Ve nihayet martıların kucağında şarkı söyleyen simit kırıntılarını izlemeye başladım. Ne ye sevinirler acaba. Gökyüzünün ahengi martıların midesinin rengini alacak az sonra. O saçma sapan yürüyüşten sonra denize atmak geçiyor içimden kendimi. Ama yok. Martılara acıyorum. Belki zehirlenir içlerinden bir kaçı. Hangi mide kaldırır ki zehirli duyguların çürüttüğü kalıntı bir bedeni…
Neyse! Deniz havası buz koydu kalbime. Sakinleşir birazdan. Hani bazı uyanıklar gelecekte yaşayabilmek için dondururlar ya kendilerini. İşte öyle bir şey... Uyanıklık yaptım. Dondurdum kalbimi. Bekliyorum sevgilim dünyaya bir daha gelmeni… !

Kurban!


Rüzgâr kendini hissettirmeye başladı. Okşayan ahengi yavaş yavaş hırçınlaşıyor. Güneş bulutların arkasına gizlendikçe rüzgârın nefesi titriyor. Sağa sola çarpıyor. Gözleri kararır gibi... Gözlerini kapatır gibi... Öfkeleniyor. İçinde nefreti andıran duygular büyüyor. Ağaçları görüyor. Yemyeşil yaprakları sessizliğin çalgısıyla dans ediyor. Rüzgâr kıskanıyor. Güneşi özlüyor. Özledikçe öfkeleniyor. Güneş saklambaç oyunlarında bir türlü bulunamayan çocuğu oynuyor…

Saklanıyor. Bulunamıyor! Rüzgâr çıldırıyor. Farkında değil güneş ondan kaçıyor. Nefesini tutmayı öğrense belki bulutlar kalacak yerince ve güneş görünecek. Anlamıyor rüzgâr. Aptal! Çok aptal bu gün! Annesini kaybeden çocuk gibi gördüğü kadının eteğine yapışıyor… Ağaçların yaprakları arasında dolanmaya başlıyor rüzgâr. Güneşi arıyor. Bulamadıkça deli oluyor. Dişlerini sıkıyor. Çık artık çık diye haykırsa da güneş aldırmıyor. Hızını arttırıyor rüzgâr. Öfkesini de… Yapraklar dansı bırakıyor. Tutundukları dala sıkı sıkı sarılıyorlar düşmemek için. Ve o! O sarılamıyor. O karşı koymakta zorlanıyor öfkeli nefese… Gücü zayıflıyor. Yoruluyor. Tutunduğu daldan yavaş yavaş uzaklaşıyor. En yükseklerde gökyüzünün mavisini anlatırdı zaman zaman… Şimdi toprakla tanışacak ve belki de yeni masallar yazacak. Toprağın rengini anlatan… Aşağıya inerken son dansını yapıyor. Daha önce görmediği diğer yaprakları selamlayarak dansını tamamlıyor. Ve rüzgâr güneşe olan aşkına ilk kurbanını sunuyor.
Yaprak dünyaya gelmenin bedelini her ayak izinde can çekişir gibi ödüyor!

Yağmur & Toprak!

 Yağmur yağıyor. Damlalar ince, hafif. Ara ara büyüyor, sertleşiyor. Toprağa çarptıkça parçalanıp dağılıyor. Sonra yumuşuyor. Toprağa çarpınca parçalanmadan kendini salıveriyor. Karşıdaki ağacın yapraklarına dokunup kaçıyorlar sanki. Tutunamıyorlar belki de… İstemeden de olsa düşüyorlar toprağa. Hiç incitmiyorlar birbirlerini. Sırasını bekliyor her damla. Gökyüzünden düşmeden önce vedaları sevmeyen yürek gibi gözlerini kapatıp toprağa yürüyorlar! Görmeleri önemli değil. Toprak sevecek onları nasıl olsa. Belki de bu yüzden ihtiyaç duymuyorlar vedalara… Gerek görmüyorlar son bir kez gökyüzüne sarılmaya. Doğru ya! Gökyüzü âşık değil miydi yağmura? Ve bütün aşklar mahkûm değil miydi ayrılığa?
Varlık kavramını sırtında taşıyan toprak mecburdu yağmuru kucaklamaya. Çünkü yağmur toprak için terk etti aşığını. Toprak mecbur. Onca yükün ağırlığını yok saymaya mecbur. Yağmuru sırtlamaya mecbur. Ve işin en güzel yanı toprak da yağmuru seviyor! Onsuz olamıyor. Onsuz kuruyup gökyüzünün alaycı nefesiyle toz bulutlarına esir ediliyor… Toprak yağmursuz tutsak düşüyor! Deli âşıkların tehlikeli kalpleri gibi öfkeleniyor. Yağmursuz kaldığı zaman etrafına zarar verip gökyüzüne isyana duruyor. Ve gökyüzü onu nefesiyle kanatlandırıp doğaya karşı en tehlikeli silah olarak kullanıyor. Toprak yağmursuz kalınca gökyüzünün oyuncağı oluyor! Ve aşk yağmurun gözlerinde en kirli masumiyetiyle sessizliğini koruyor! Çünkü yağmur geri dönecek gökyüzüne… Toprağı da terk etmeyecek mi aşk? Güneşin sıcağına dayanamayıp buharlaşmayacak mı? Ve bu aşkın fermanını güneş yazmayacak mı? Yazacak! Çünkü toprak âşık yağmura! Ve bütün aşklar mahkûmdur ayrılığa!

Hayâl!




















Meselası bol bir hayal kuruyorum. Gözlerim dalıp gitmiş gökyüzündeki yırtık bulutlara. Acınası bir durum. Acıyorum gözlerime. Mesleğinin gerektirdiğini yapamadı ömrünce. Sustu çoğu zaman. Hani dilin anlatamadığını anlatan gözler var ya. Lal oldu işte. Sustu. Karşısındaki gelinciğe boşluğa bakar gibi bakıyor. Siyah ve kırmızı onu hiç ilgilendirmiyor. Sadece süzüyor gereksizce. Sessizce… Umursamıyor sahibinin ayaklarına tırmanan karıncayı. Görmüyor, görmek istemiyor. Karınca kendinden emin bir şekilde ilerliyor. Nasıl olsa onu görecek olan gözler boşluğun esareti altında…
Bakışlar daha da derine inmeye başlıyor. Görmeye çalıştığı görünmezlikte tuhaf şeyler oluyor. Hava kararmaya yüz tutmuş. Yağmur hazır olda! Dalda kurumaya meyilli keyifsiz bir yaprak. Ha düştü ha düşecek. Tek tırnakla kuru bir dala tutunması zor olsa gerek. Biraz ileride iki papatya var. Rüzgârın etkisiyle savruluyorlar. Canları yanıyor belli ki. Hoşnut değiller. Başlarını önlerine eğmelerinden belli... Küsmüşler sanki. Delice savruluyorlar, ağıt yakan bir kadın gibi. Mağlubiyeti olmadığından adını mücadele koyamadım bu çabaların…
Şimdi de hayal kurma sınırımı ölçüyorum. En ulaşılmazı en mükemmeli hayal etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Yapamıyorum. Ulaşılmaz yok ki dünyada. Mükemmel yok ki. Herkesin kaybettiği bir oyunu var. Kaybettiği oyunların anısına yollarında ufak çakıl taşları var. Mükemmel dedikleri şey kaybedişlerin sonucu değil midir? Mağlubiyetlerin acısını çıkarabilenlere mükemmel demiyorlar mı? Yanlış biliyor herkes. Kusursuza demezler mükemmel diye ki zaten kusursuz olabilmek için kusurlarını fark etmek gerekir. Çelişkidir bu. Açıklaması yok. Sonuç bulan çabalara mükemmel denilmeli. Güzel olanlar güzel görülmeli. Gözleri güzel olanların yüzeri gülmeli… Çirkin göz yok misali herkes tebessüm etmeli!
Karıncada aldı nasibini. Yedi bitirdi. Eve gitme vakti de geldi. Kalk artık kuşum. Yolun uzun!

& Çocuk / !

Sıradan, sakin, duru bir hayat yaşamanın adı huzur sanırım. Ya da belki de alışkanlık. Alışkanlıkların yapışkan sadakatleri olmasa belki bu kadar zor olmayacak yeni sevdaların, aşkların ya da sıradan bir arkadaşlığın başlangıcı… Kördüğümle bağlanmasaydı eğer kalpler vazgeçilmez olmazdı tüyden geçme sevgiler… Zor değil aslında, buda sığdırılabilir çaresizlerin son durağına. Zamana…


Hiç tanımadığı bir insanın kucağında, “bidenem, balım, dadlum” diye sevilmek sevilen çocuk tarafından rahatsız edici bir durumdur. Korkar, ağlar, annesini arar. Bulursa susar. Bulamazsa ya küser ya da ağlar. Sevdirmez kendini. Fırsatını bulduğunda hemen parmaklarını dişler. Canını yakmaya çalışır beni bıraksın diye. Belki de başarır çoğu zaman… Ayakları yere bastığında ve birkaç adım sonra yere düştüğünde anlar sevimsizce sırıtan insanlara ihtiyacı olduğunu. Sürünerek anca eşiğe kadar gidebileceğini. Geriye dönüp bakar acaba gelecek mi?
Sen yirmili yaşlardan bahsederken söyleyiş tarzından anlamıştım iki yaşındayım demek istediğini. Ve seni gördükten sonra yaramaz tavırlarından anladım henüz oyun çağına bile gelemediğini… Küçüksün daha. Yüzün bile bebek gibi. Açmaya meyilli mavi çiçek gibi. Seni sevmeme sebep gibi… Aklım karışıyor çocuk. Büyük gönül yarandan bahsediyorsun bana. Yazdığın aşk şiirlerini yakmışsın. Bu rest çekmektir çocuk. Sildim demektir. Bitti demektir. Yüreğinde bir yangın çıkacak olursa şayet söndürebilirsin demektir. Sen, sıcak sütten ellerini sakınan çocuk! Nasıl olurda ateşi besliyorsun kalbinde. Nasıl başarıyorsun yürümeyi öğrenemeden koşarak kaçmayı?
Ne zaman seni sevecek olsam kalbimi ısırıyorsun. Saçlarını okşayacak olsam mızmızlanıp kaçıyorsun. Benden kaçarken birde ayağıma sanki acıtabilecekmiş gibi basmaya çalışıyorsun. Seni seveceğim diye korktun mu? Öfkelendin mi çocuk? İşin garip yanı beni anlıyorsun. Söylediğim kelimeler seni mutlu ediyor. Ama annenin kucağındayken dinliyorsun beni. Annenin kucağından seviyorsun beni. Uzaktan gülümsüyorsun çocuk. Ben sevemiyorum seni. Orda kendini daha mı güvende hissediyorsun? Benden korkuyor musun? Yoksa eski yürek yaran sana sevgiyi öcü olarak mı anlattı? Ya da aklına aşkı kör kuyu gibi mi kazıdı da sürekli kucağımdan kaçıp güneşi görmeye çalışıyorsun?
Sana katlanıyorum çocuk. Her ne kadar henüz hayal kurmayı bilmesen de yanımda olmayı hayal ettiğini söylüyorsun ya. Hayal etmesen de hayalin ne olduğunu biliyorsun ya. Sana katlanıyorum. Bir gün büyüyeceğini biliyorum. Acele et çocuk. Ben yaşlanıyorum! Ve eğer geç kalırsan seni kalbimde taşıyacak gücüm olmayabilir… Tutunmayı da öğren çocuk. Kalbimin bağı çözülürse düşmeni istemem!

Güvenmeyeceksin!

Hayatta üç şeye güvenmeyeceksin!
1- Eros’a
2- Eros’buya
3- Eros’bunun çocuğuna
Bunlar, kalp katliamından sorumlu kumandanın at üstündeki eşekleridir! Şeytanın uşağı, acının anası, azabın yoldaşıdır!
Güvenmeyeceksin aşka. Eros var işin ucunda. Okların ucunda alev olduğunu biliyor muydun? Kalbine saplandığında alnından terler akacağını. Kalbinin, üfledikçe alev alan kor olacağını biliyor muydun? Başkasının kalbine sığınmaya çalışırken kendi kalbinden olacağını, canının nasıl yanacağını biliyor muydun?


Güvenmeyeceksin Eros’buya… Saçlarına fazladan iki tarak atan birini bulursa koşar gider Eros’a. Ve sen arkanda numarası silinmiş bir ayakkabı izi bulursan sakın şaşırma! Ve son olarak Eros’bunun çocuğu. İçlerinde en tehlikeli olanıdır. Eros’un sihrine, Eros’bunun kahpeliğine sahiptir. İki çirkefin ortak meyvesidir. İşinin ehlidir. İyi yapar nankörlüğü…
Güvenmeyeceksin eşine dostuna. Boşuna mı tek geldin dünyaya. Hangi mezar çift kişilik? Gölgen bile bırakıp gidiyorsa karanlıkta kalınca…
Tükenen kaleme tükenmez deniyorsa bu dünyada, gerek yok yapay kalplerde aşk aramaya!
Güvenmeliymişim bazen… Öyle söylüyorlar. Kime diyorum. Bilmiyorlar! Bakıyorum susuyorlar!
Şimdi güvenmiyorum kimseye. Ne geceye ne güneşe… Hep güneşe âşık olduğumda akşam oluyor nedense… Mesela sevmiyorum artık babamı bile. Sığınmıyorum kimseye kanatlarım parçalansa da. Susuyorum sadece yağmurun ıslak sükûneti altında!
Güvenmiyorum hiç kimseye. Kendime, gölgeme, sevgime, sana… Senin suçun yok! Sen benim için ‘hayatsın’ aslında. Ve ben bir daha güvenemem bu hayata. Yıllar önce kaybettim o duyguyu. Güvenemem artık ‘bana güven’ diyenlerin insanlığına!
Benim için üzülme. Sessizliğe alışan kalbim sensizliğe de alışır sevgilim!

Simetri Hastası!


Sabrımı deniyor cahil zaman. İki de bir basıyor damarıma. Cahilliğine veriyorum. Basit tebessümlerle affediyorum. Her affedişimde tekrarlıyor hatasını. Ne yapmaya çalışıyor anlamıyorum ki. Sürekli bir mesafe koyuyor onunla arama. Onu benden kıskanıyor mu acaba? Yok artık!


Ah zaman! Niye böyle yapıyorsun bir anlayabilsem… Neden sürekli bağrı yanık hasretler bırakıyorsun bana? Bu kötülüğü neden yapıyorsun? Cahilsin zaman… Cahilsin! Dün görmem gereken sevgiliyi yarınlara saklıyorsun. Geçmiyorsun zaman. İnat ediyorsun. Bekleyemez miyim sanıyorsun? Hala anlamadın mı? O benim! Benim sevgilim! Sana söylüyorum zaman! Boşuna uğraşma. Aramıza giriyorsun. Girme! Beklemek yormaz beni. O bekleme demedikçe…
Bak sevgili! Zamanla dalaşıyorum senin için. Sen hala takıntılı düşüncelerine inci boncuklar takıyorsun. Olsun! Sen yine tren oyna gönlümde. Kalbim ezilir mi incinir mi kırılır mı? Hiç düşünme. Sımazsan eğer kalbime. Oyun alanım küçük diye mızmızlanırsan açarım kalbimin kapılarını. Uçar gidersin. Kalbi geniş bir sevgili bulursun kendine. Hatta belki sevgilinin kalbi o kadar büyük olur ki, üç beş tanede arkadaş edinirsin oyun alanında. Ve birde dikkat et sevgili. Benim kalbim gibi değil herkesinki. İçinde tren oynayıp at koşturamasın. O üç beş kişilik kalplerde yerlere tükürmek yasak. Yutacaksın ağzına gelen tükürüğünü.
Sütun bacaklı ince belli değil benim aşkım. Öyle pek süslü görünmez. Çarpık bacaklı bir aşk benimkisi… Çırpınışlarım boşuna! Sen simetri hastasısın…

Özledim!

Kaşlarını çatarak doğan güneşin karşı binanın duvarına yansıyan nefret dolu ışıklarını görüyorum. Kendinden emin bir ahenkle tepelerin arkasından yükselişini özledim. Akşam batarken hoşça kal der gibi önce turuncu sonra kızıl olan rengini özledim. Güneşi özledim!
Yağmurun çatlak taşlar döşeli kaldırımdan yürürken suratıma düşen tükürüğünü görüyorum.
Bedenimi yıpratmadan ruhumu okşarcasına toprağa düştüğü ilk damlalarını özledim. Yerleri ıslatırdı çamur olsun da bana oyun malzemesi çıksın diye. Yağmurun ince ve zarif düşüncesini özledim. Yağmuru özledim!

Kavga edercesine saçlarımı yolan rüzgârın öfkeli nefesini hissediyorum. Fındık çubuğunun ucuna, uzunca bir iple bağladığım poşeti, uçurtma niyetine gökyüzünde uçuran, saçlarımla dans eden hafifliğini özledim. Rüzgârı özledim!
Baktıkça içimi kanatıyor şimdi gözlerin. Kalbimi kanatlandıran, ruhumu uyandıran bakışını özledim. İçindeki rengârenk hayatın ince çizgisinde tek beden gibi yürüğümüzü görmeyi özledim. Gözlerini özledim!
Konuştukça canımı yakıyor sözlerin. Her kelimende hayat bulmayı özledim. Her cümlende gülümsemeyi, her hecende huzur dolu hazineni bana sunduğun tatlı dilini özledim. Sesini özledim.
Seni özledim!
Seni seviyorum demeyi, seni sevmeyi özledim!

~Yolcu~

 Gözlerin bıçak dayadı ön yargılarıma. Ya seveceksin ya öleceksin…Gözlerin öyle bir baktı ki gözlerime. Ya kalacaksın ya gideceksin…Gözlerin öyle bir konuştu ki yüreğime. Seveceksin, sevginle öleceksin, kalacaksın, gücün yetmiyorsa aşka, kaçacaksın…
Rüzgâr gözlerini kararttı bu gün. Gökyüzü bardaktan boşalırcasına tükürüyor suratıma. Yoldan geçen kuru bir yaprak sövüyor anama, bacıma. Birazdan taşa tutacaklar beni aşkın er meydanında.
Oysa basit bir yolcuyum ben. Ne gerek var yolumda senin gibi bir sevdaya…


- Çekil yolumdan Allah aşkına. Aşk militanları düştü ardıma. Bırak gideyim ne olur. Ateş koyacaklar bağrıma.
Yakacaklar içimi. Yakacaklar kalbimi diri diri. Bırak ne olur. Bırak gideyim yoluma.
- Tamam yolcu. Yol veriyorum sana. Git istediğin diyara. Yalnız bir diyeceğim var sana. Kaçmak istiyorsan aşktan, aşkın pusulasını kopar kanatlarından. Eğer ki yakalanırsan, aşk diletirler sana arkanda bıraktığın delikanlıdan.
- Şüphen olmasın. Aşk pusulası dediğin nedir ki. Olmazsa kırarım kanatlarımı da yinede tutulmam aşka. Yakalanmayacağım meraklanma. Bir yalan bıraktım giderken o delikanlıya. Sanıyor ki kanat çırpacağım yeni bir sevdaya. Sayıp sövüyordur arkamdan. Olsun. Ben kalabalık bir yalnızlık bıraktım ona. Onca suskunluğun içinde gelmem bile aklına… Birkaç adım sonra bir sancı girdi sol yanıma. Aman Allah’ım! Yoksa bir şey mi oldu ona?
Allah kahretsin unutmuşum yüreğimi yüreğinin yanında.
Hayır!
Dönmem artık bir adım bile ardıma.Bitti! ben nokta koydum bu sevdaya.Bitti! ben gidiyorum adı cehennem olan diyara.Bitti! boşuna koşmayın arkamdan ben yakacağım kendimi nasılsa.
Bitti!Gittim.Gitti!

Anne!















Daha gözlerimi açmayı bile bilmiyordum senden ayrıldığımda. Henüz kendimi bile tanımıyordum beni başkalarının eline verdiğinde. Söylesene anne, çok büyük bir yük olarak mı gördün beni kendine. O zamanlar senden istediğim bir damla süt idi sadece. Esirgemedin ama gülüşünü sakladın benden. Beni emzirirken gözlerin hep ablamdaydı, abimdeydi. Ama benim daha çok ihtiyacım vardı sana. Görmedin hiç anne. Yerli yersiz ağlardım hep. Sen sanırdın ki acıktım. Hayır anne. Seni özlüyordum sadece. 3-5 dakika kalırdın yanımda en fazla. Sonra abimi alıp doğru tarlaya. Ablamın kollarında kalırdım hep. Ama benim annem sen değil miydin? Neden o halde hep ablam gülümsüyordu bana? Arada abim alırdı kollarına. Babam dokunmazdı bile bana. Hepsini geçtim de anne. Sen neden almazdın beni kucağına. İçindeydim karnının tam ortasında. Sıkılmışsın belli ki. Attın dışarıya. Eyvallah dedim hepsine anne. Eyvallah dedim. Ne babam nede sen almadınız beni kucağınıza. Ablamı anne bildim. Abimi baba…


Bak büyüdüm ben anne. Kocaman kız oldum. Öyle söylüyorlar. Şimdi bir kardeşim daha var. Ama onu kucağından hiç bırakmıyorsun. Bana böyle hiç gülmemiştin nedense.
Şimdi daha iyi anlıyorum seni. Kızmıyorum sana anne. Biliyorum zamanın yoktu beni sevmeye. İş vardı yapılacak. Çok iş vardı. Bitirmen gerekiyordu hepsini. Şimdi kardeşimi kucağında öpüp kokluyorsun. İşlerin bitti mi anne?
Abim evlendi. Ablam evlendi. Hepsi gittiler kendi evlerine. Beni sevecek kimse kalmadı. Zaten bende büyüdüm artık, sevilmeye ihtiyacım yok ki. Sevme sırası ben değil mi anne? Ben sevmeliyim artık. Söylesene anne. Sevilmeden nasıl sever insan. Şimdi ben seni nasıl seveceğim?
Boş verdim hepsini. Zaten şimdi yanında değilim senin. Uzaktayım anne. Biliyor musun seni hiç özlemiyorum. Ara ara gözlerim doluyor ama olsun. Ben ağlarken arkana bakmayışın geldikçe aklıma, gözyaşlarım gözlerimde kuruyor. Tek damla bile akmıyor…
Biliyor musun ben birini sevdim anne. Senin haberdar olmadığın yüreğimle sevdim. Herkes aşk diyor buna. O da beni seviyormuş, öyle söyledi. Görmen lazımdı anne, nasıl kanatlandı kalbim. Sanki uçacak gibiydim. Onun sesini duyunca unutuveriyordum herkesi, her şeyi. O beni seviyormuş anne. Belki de bu yüzden sevdim onu. Beni seviyor diye… Ama sana söylemeyeceğim bunu. Sen bilmeyeceksin sevmeyi öğrendiğimi. Bilmeyeceksin işte. Yoksa sende sevgi istersin benden. Üzgünüm sana verecek sevgim yok anne. Ben tüm sevgimi ona verdim. Çünkü beni sadece o sevdi. Benim için o üzülüyor biliyor musun? Beni özlüyormuş o anne. Çok özlüyormuş. Bende özlüyorum onu. Nasılda güzel gülüyor bir bilsen…
Ama aklıma sen geldikçe vazgeçiyorum anne. Kimse sevemez beni. Sevmez anne. Sen bile sevmediysen o neden sevsin diyorum kendi kendime. Sen aklıma geldikçe sevgiye olan inancımı yitiriyorum anne. O kalbimi kuş gibi kanatlandıran delikanlının sevgisine bile inanmaz oluyorum.
Dün gece son noktayı koydum anne. Bıraktım onu. Sevmesin oda. Sevmesin işte. Sen sevmiyorsun. Kimse sevmesin beni.
Dün gece son noktayı koydum anne. Şimdi tek bir isteğim var senden. Elinde bir demet çiçekle mezarıma gelme! ...

Cesaret!

Sabahın erken saatleri, yine standart bir şekilde hazırlanıp çıktım yola. Okula gidiyorum. İçimde her zaman olduğu gibi başına buyruk bir korku var. Biliyorum yine beni bekliyor köşe başında ve ben yine oradan geçmek zorundayım…
Korkunun ecele faydası yok diyerek yavaş yavaş yürümeye başladım. Bari bu gün beklemesin diye dua ediyorum. Bu gün sınavım var. Yorulmak istemiyorum. Lakin biliyorum orda. Yine en kuytu köşeye saklanmış bekliyor.
Köşeye yaklaştım. Durdum. Bir adım daha atsam görecek beni. Nefesimi tutuyorum anlamasın geldiğimi diye. Sağa sola bakıyorum. Olmadığını bildiğim halde başka yollar arıyorum. Korkuyorum. Ya bu gün daha fazla ısrar ederse… Ya bu gün yorulmadan peşimden gelirse… Laftan da anlamıyor ki.
Kaç kez söyledim anneme ne olur beni okula sen götür diye. Neden götürmüyor sanki? Kardeşimin elinden tutup sınıfına kadar giriyor da beni köşeye kadar yolcu edemiyor mu?
Of anne of!
Biraz daha beklersem sınava yetişemeyeceğimin farkındayım. Lakin gitmiyor işte bekliyor.
Hayır! daha fazla dayanamam buna. Bu gün bitmeli bu işkence. Bir çözüm bulmalıyım.
Evet. Bu gün kurtulacağım ondan. Planımı yaptım.
Derin bir nefes aldım. 1, 2, 3!
koşmaya başladım. Arkama bakmıyorum sadece deli gibi koşuyorum.
Evet. Planın ikinci kısmı; Metal çöp kutusunun yanında durdum. Hemen arkasına geçip kıvrak bir hareketle kutuyu itin üstüne kapattım.
Haince bir gülümsemeyle derin bir nefes aldım.
Bu kadar kolay olacağını hiç düşünmemiştim. Cesaret diye ben buna derim. Artık o çöpün altında kıvranıp dursun. Nedir bu ya. Bir haftada tam on defa koşu rekoru kırdım.

Sınavdan çıktım. Sınıftayım. Eve giderken itin alacağı intikamın türünü düşünüyorum…

Saçı uzun aklı kısa!

Yağmurun verdiği huzurla birlikte, üstüne bastıkça taşları oynayan kaldırımda şemsiyemi açtım yürüyordum. Ne hikmetse bu gün bu yol boştu. Adım atacak kadar boşluk olmayan yol bu gün boştu. Takılmadım fazla, şemsiyemin uçlarından akan yağmur damlalarına dalıp gitti gözlerim. Hafif soğuktu hava. Ama üşümüyordum. Aksine bir ateş vardı tam da sol yanımda. Birazda ağrıyordu aslında. Sanki…
Köşeden gelen sesler duymaya başladım. Büyük uzun binalar görüş açımı kapatıyordu. Bu yüzden sadece sesleri duyabiliyorum. Tuhaf bir durum… Çünkü bu, bu onun sesiydi. Yanında benim sesime benzer bir ses. Samimi ve neşeli…
Yüreğime gökyüzünden düşen bir şimşek çakıldı kaldı sanki.


Yağmurun soğuğu bir anda yüreğimi yaktı. Ama nasıl olurdu bu. O benim değil miydi? Neden o kadın sesi sen benimsin diyordu? Acaba… Evet, evet kesinlikle bir yanlışlık vardı.
O başkasına diyordur. Ben benzetmişimdir. Hem havada yağmurlu gitmeliyim bir an önce.
Daha hızlı yürümeye başladım. Bir an önce uzaklaşmalıydım. Sonra yine o kadın;
-peki o ne olacak. Ya öğrenirse?
Telaş sardı bedenimi. Şemsiyeye gücüm yetmez oldu. Sanki hafif bir rüzgâr esse elimden alıp götürecekti.
-aman canım ne olacakmış. Saçı uzun aklı kısa. Ruhu bile duymaz. Hem yakında ayrılacağım ondan. Seni seviyorum ben.
Dayanamadım. Kendimi fark ettirmeden kim olduklarını görmeliydim. Gittim binanın diğer tarafından hafifçe uzattım boynumu ve baktım.
Saçlarıma dokundum. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Oysa o saçların çok güzel demişti. Kendi elleriyle tarayıp süslemişti. Bana bunu neden yaptı sanki. Ben ihaneti hak etmemiştim ki…
Hiç bir şey söylemedim ona, yanındakine… Döndüm yürümeye başladım. Durup tekrar baktım. Emin olmak için değil. Evet, kadının saçları kısa, katlı ve özenle şekillendirilmişti.
Şemsiyemi kapattım. Toplamıştım saçlarımı, saldım. Ve ağır ağır yürümeye başladım. Yağmur şiddetlendi. Belki yağmur öfkelenmişti. Lakin bilemedim bana mı ağladı onamı tükürdü?
Ertesi gün beni aradı. Bana geleceğini haber verdi. Bir saat sonra ordayım bir tanem dedi. Ses etmedim. Okadır heyecanlıydı ki ağzımı açmadan kapattı telefonu. Zaman çabuk geçti. Ve o geldi. Kapıyı bilerek açık bırakmıştım. İçeri girdi.
- bu kim canım
- tanıştırayım bu benim yeni canım.
- anlayamadım. Aman tanrım saçlarına ne yaptın.
- yaptığım bir şey yok sevgili. Sadece akıllandım…

Kalitesiz Silgi!



 Sevdiğim filmlerin tekrarını hiç izlememiş gibi heyecanlı izliyorum ya bazen. Şimdi yine, hiç gitmemiş gibi gitmek istiyorum kendimden. Sanki daha önce ağlamamış gibi ağlamak istiyorum. Her şeyin ilkini tekrar yaşamak istiyorum. Mesela küçükken kayalıkların üzerinde attığım çığlıkları yeniden dağlara duyurmak istiyorum. Atladığım uçurumların dibini bir daha görmek istiyorum.
Neyin iyi neyin kötü olduğunu düşünmeden her şey tekrarlansın diye diliyorum. Aslında biliyorum artık mümkün değil ağladıktan sonra gerçekten gülümsemek. Yanaklarındaki damlaların nemi kurumadan neden ağladığını unutmak…
Sebepsiz yere anneme naz yapıp saatlerce kucağında uyumak artık mümkün değil. Kimse kucağına almıyor bu yaştan sonra sevmek için. Belki uzaktan pişkince bir gülümsemeyle anlatmak istiyorlar seni sevmeye çalıştıklarını. Ama onlarda farkında sevilmesin bundan sonra. Yapacakları en büyük iyilik seni kendine bırakmaları aslında, ya da kilitlenmiş dilleriyle omzuna dokunurlar en fazla.
Sen dağları delsen ne fayda… Sanki biliyor musun aradığın huzur hangi dağın ardında?

Şimdi tüm hayatım elimde ki karalanmış kâğıtta çizili ve ufacık bir silgim var. Sağ alt köşede onun adının yazılı olduğu yerden başladım silmeye. Sonra sol alt köşede yollarıma döşenmiş olan o koca kayaları silmeye başladım. Sildiğim her bir karede yüzümden bir çizgi eksiliyor sanki. Öyle hissediyorum. Kâğıdın ortalarında bir delik açılmış sanırım orda hayata mola vermişim.
Sol üst köşede yazılı olan attığım ilk adımları siliyorum şimdide. Ve son olarak sağ üst köşede yazılı olan doğum tarihimde sıra. Gerek yok durup düşünmeye. Zaten silgim bitmek üzere. Son kalan kırıntıyla sildim doğum tarihimi.
Hayır! Bu değildi beklediğim sayfa.
Bu kapkara yırtık sayfa değildi beklediğim. Allah kahretsin silememişim. Bu silgi, berbat, kalitesiz. Mahvolmuş tüm sayfa.
Ah! Nasılda unutmuşum. Bu silgi senin hediyendi bana…

Sevgili !!!



Biliyorum hiç söylememeliydim seni sevdiğimi. Nerden bilebilirdim ki sevgiyi hak etmediğini. Ben zaten senin hak ettiğin için değil sevmek istediğim için sevmedim mi?
Zaten hiç seni seviyorum demedim sevgili. Söylediğim sözleri ben söylüyormuşum gibi duymadın çünkü. Hep o vardı aklında. Ben seviyorum dedikçe gülümsüyordun ya hani. Meğer hep gözlerindeymiş onun hayali...
Keşke sevgili, keşke bir kez de benden dinleseydin ağzımdan çıkan kelimeleri. Keşke bana baktığında sadece beni görseydin. Keşke başka hayalleri bedenime gömmeseydin…


Onu çok sevmişsin belli. Tıpkı benim seni sevdiğim gibi. Yanlış yaptın sevgili. Ben başkalarında seni görmedim. Sen hep başkalarını aradın bende, beni sen yaratmışsın sanki. Olmadı sevgili, inan hiç olmadı. Senin sevdiğinin ruhu benim bedenime küçük geldi… Kalıp değilim ben sevgili. Her istediğin hamuru sığdıramasın içime. Ben sevmek için geldim seni, hep başkalarını hatırlama bendeyken, sanki hatıra defterinmişim gibi…
Neyse işte sevgili… Sana sevgilim bile demiyorum, sadece sevgili, tıpkı bir yabancı gibi… Tıpkı, senin bendeyken, başkalarını yaşaman gibi… Tıpkı son vedasını yapıp yola çıkan kırgın bir aşk gibi…
Şimdi hoş çakal diyeceğim sana. Bir daha da uğramam yanına. Sakın şaşırma beni göremeyince yanında. Sen uyurken çıkmış olacağım yola. Dün gece yaptım gidiş planımı, dün gece, bana Leyla dediğin gece…
Bende bittin sen. Tükendin bedenimde başka ruhlar ararken. Oysa hoş geldin demiştin bana seni sevmeye yüz tutmuşken. Bana insanların iki yüzünden öpmek güzeldir dediğinde neyi kastettiğini şimdi daha iyi anlıyorum…
(yaralı kalpleri sevenlere gelsin, yara bandı olarak kullanılmak yaralanmaktan daha beterdir.)

Onlar Gibi!


Hani olur ya özlersin taa uzakta birini. Parça pinçik etsende kendini eli bile tutulmayacak çehreyi... Nasıl desem işte onlar gibi. Kalbinde cam kırıklarıyla dolaşanlar, sırtında pusu izleri olanlar, geleceği düşünerek geçmişe ağlayanlar, kısaca yerle bir olup halâ ayakta duranlar... Ben onlar gibi özlüyorum.
Kendime has bir özleme tekniğim, kendime has sevme tekniğim, sahip çıkma ya da bırak gitmek gibi bana özel üsluplarım yok. Çünkü ben ne özlemek istedim ne de sevmek, ne sahip çıkmak istedim ne de defolup gitmek... Ben istemedim ki ait olmayı.


Geçmek zorunda olduğu sınava çalışmadan giren öğrencinin tek çıkış yolu kopyadır. Kopya çekiyorum. Onlar gibi seviyor ve özlüyorum. Nerden bilebilirdim ki öğretmenin hainliğini. Neden söylemedi sanki sınavın her an olabileceğini. Böyle ansızın insanın önüne eli ayağı kilitleyen bir hasret dikilir mi? Kusura bakmayın hocam... Bu hayat dersine çalışmaya pek zamanım olmadı. Yaşamak zorunda olduğum için kopya çektim. Disipline versenizde fark etmez artık. Kopya çekmeyi bile beceremedim. Onca doğru cevabın içinden onun gibi bir yanlışı seçtim...